2.08.2015

Özgür Uçkan'ın ardından


Özgür Hoca'nın akademik birikiminden, Türk internet dünyası için öneminden, ifade özgürlüğü adına savaşından ve bunun gibi bir sürü konudan bir de benim bahsetmeme gerek yok sanırım. Çünkü herkes biliyor; Özgür Hoca gerçekten "çok" bir insandı, çok bilgili, çok donanımlı, çok inatçı, çok kararlı. 

Ben Sansüre Sansür vesilesiyle 2008 sonu gibi tanıştım Özgür Uçkan'la. Belki reklamcılardan ifade özgürlüğüne verilen farklı bir destek önemli gelmişti Özgür Hoca'ya, ilgisini çekti bizim tezcanlı/heyecanlı ama dağınık sansür tepkimiz.  Açıktı her fikre, o olmaz, bu olmaz'ları yoktu ve belki sansür konusundaki her fikrin, her eylemin, her farklı tepkinin internet denen koca yapbozun sağlığı için ne kadar önemli olduğunun farkındaydı. Farklılıkları yok etmeyi değil, muhafaza ederek bir araya getirmeyi severdi o. Çünkü evet eşyanın doğası buydu, özgürlüğü için savaştığı (mız) internet, tam olarak da böyle bir yerdi. Ve tam da o yüzden, buluşmamız kaçınılmazdı belki de. Birkaç akademisyen, birkaç geyik reklamcı, birkaç deli, birkaç pornocu, birkaç hukukçu... Buluştuk ve voltran olduk, Sansüre Sansür olduk.

Önceleri ne yapabiliriz'i konuşuyorduk. Fikirler, projeler gırla... Hocam'lar, sizli bizli konuşmalar, hömhömhöm'ler... Sonra sonra birbirimizi tanıyıp kaynaştıkça geyik de çevirir olduk. Ve işte ben oradaki Özgür Uçkan'ı anlatmak isterim biraz. Gülen, eğlenen, geyik yapan, güzel müzikler paylaşan, çekirdek çitleyen Özgür Hoca'yı.


O gruptaki herkes çok nev-i şahsına münhasır insanlardı. "Çok komik bir aile gibi olduk" demiştik bir gün. Sonra herkese bir rol vermiştik o gün. Diğerleri kendi rolünü hatırlar mı bilmem de, ben ailenin serseri kızıydım, Özgür hoca da babamız.


Çünkü öyleydi Özgür Uçkan. Gülen, eğlenen, öğreten, moraller bozuldu mu motive eden, arada çeki düzen veren, bizi bir amaç etrafında bir arada tutan, yılmamıza, pes etmemize asla izin vermeyen, saldırı oldu mu bizi en önde koruyan, biraz Hulusi Kentmen, biraz Münir Özkul, biraz tatlı biraz sert bir baba gibi.


Bana son sözü anne olduğumu öğrenince Google Plus'tan olmuş:

"Hah ha! Çok sevindim. Beraber büyüyün."

Ne tatlı.

Aptal Google Plus'ı hiç kullanmazdım ben, o yüzden cevap veremedim buna ama Özgür Uçkan ona bile şans vermiş, görüyorsunuz...

İşte böyle biriydi Özgür Uçkan.

Eksikliği kapanmaz, yeri dolmaz, üzerimizde emeği çok, öğrettikleri sayısız.Türk internet dünyası içinse çok büyük bir kayıp...

Sansüre Sansür ailesi seni hiç unutmayacak Özgür Baba. Seninle "yürümek" bir onurdu. Her şey için teşekkürler.


Beklenen bir haber bile insanı altüst edebiliyor. Bazı kayıplara hazırlanmak mümkün olmuyor. Özgür hoca gitti.

İnsan ayırmazdı. Titrine, sosyal statüsüne, ekonomik durumuna, eğitim-öğretim seviyesine, yaşam tercihlerine, yönelimlerine bakmaksızın herkesle iletişim kurup, konuşup, özgürlükler söz konusu olduğunda kim olduğuna bakmadan doğru bildiğini –referanslı, alıntılı, bilimsel içerik ve üslupla- savunur, gözünü kırpmadan tartışmaya, kavgaya girerdi. Özgür hoca insan ayırmazdı.

Onun için her internet kullanıcısı eşit birer netdaştı (hyperlink http://inet-tr.org.tr/inetconf14/sunum/siyaset-digitalaktivizim-uckan.pdf). Yeni medyayı yeni medya yapan ‘öteki mevcudiyet’i önemserdi. Anonim olmadığı halde anonimliğin önemini, hactivizmin sanatsal değerini bağıra çağıra anlatırdı. Sahip olduğu ve ürettiği katmanlı ve disiplinlerarası bilgi bulutu herkese açıktı. Sahip olduğu kitaplar ve müzikler de öyle.

Bilginin göçebe olduğu ağ zamanında sanatçının da ağ göçebesi olduğunun altını çizen yine Özgür Uçkan’dı. İnternetin, ilkel gelenekleri, nesiller boyu sorgulamadan kabul görmüş kemikleşmiş adaletsizlikleri yok etme potansiyelinin farkında olan nadir insanlardan biriydi. İnternet özgürlüğü için savaşırken “idare edelim”, “günü kurtaralım”lar onun için söz konusu değildi. İnatçılık ve kararlılıkla doğrudan hedefe ulaşmaktı önemli olan. Tam da bu nedenle bizim her kayboluşumuzda feneri (kimi zaman gözümüze) tutan, karamsarlığa düşüp her vazgeçişimizde tekrar tekrar ve daha güçlenerek bir araya getiren oydu. Her birimizi, farkında bile olmadığımız niteliklerimize göre yönlendiren, kendimizi ve kollektif gücümüzü keşfetmemizi sağlayan Özgür Uçkan’dı. Kadim zamanlarda FriendFeed’de kim kimdir konulu bir feedin altında beni akademisyen- dijital aktivist diye etiketleyerek titrimi veren ve sahip çıkmama neden olan da yine Özgür hoca olmuştu.

Ucu bucağı görünmeyen bir uçurumun başında durup aşağıya bakmak gibi hissettiren entelektüel ve akademik birikimiyle ilgili ne kadar yazılsa eksik kalacak. Günlerdir yazıp sildiğim bu zor metin sayesinde hatırladığım şeylerden biri ise bu birikimle çok alâkasız (ya da belki tam olarak bu birikimden kaynaklanıyor). Türkiye’deki internet sansürünün bir araya getirdiği, aslında birbiriyle yolları kesişmeyecek bu küçük grup, çok eğlendik.

Anonimlik, hactivizm, mahremiyet, gözetleme, geçen yüzyılın küflü telif yasaları veya sıradan bir mevzuyla ilgili tahilsiz bir beyanat, fark etmeden sansürü savunan bir diğer bahtsız kişi saatlerce ekran başında karnımız ağrıyıncaya, gözlerimizden yaş gelinceye kadar gülmemize neden olabiliyordu. Kapalı grupta kararlaştırılan bu geçici sosyal ağ hack’i, herkesin eğlencesine açık bir eylem haline geliyordu. Hızlı, anlık ve bol kahkahalı, birbirinden yaratıcı trollüklerle bezeli eylemler ne yazıyla, ne sözle tasvir edilebilirler. Ancak o sırada online olan, orada olan, katılan ve izleyenlerin anlayabileceği, şimdilerde yüzlerine buruk bir gülümseme konduran değerli anılar oldular. Bıraktığı ağır mirasın sorumluluğunu yerine getirebilir miyiz bilemiyorum ama ben de Özgür Uçkan’ı hep bu gülümsemeyle anacağım. Her şey için teşekkürler hocam, huzur içinde uyu.


Bayfiratyildiz (Fırat Yıldız)
İnterneti hava-su-elektrik gibi olmazsa olmaz yaşamsal ihtiyaçlardan biri olarak kullandığımdan dolayı ortaya çıkan saçmasapan sansürler yüzünden bir tepki, bir ses olsun diye Deniz Tan’la SansüreSansür oluşumunu kurduğumuz dönemde tanıştım Özgür Uçkan’la.

Friendfeed’de sansüre karşı ne yapabiliriz deyip, akabinde SansüreSansür ile birlikte hazırladığımız iki kampanya (12) üzerine gelen yersiz eleştirilere karşı Özgür Uçkan her zaman yanımızda oldu, destekledi, ne yapabiliriz konusundaki sorularımıza karşı hiç yorulmadan, bıkmadan cevapladı, ve birlikte iki büyük yürüyüş gerçekleştirdik, biri 17 Temmuz 2010’da, diğeri ise 15 Mayıs 2011’de. Ve o günkü heyecanı bizi motive etti, güçlendirdi. Birkaç kişi ile başlayan bu süreç onlarca, yüzlerce, on binlerce kişinin katılımıyla devam etti, edebildi. Edebildi diyorum, çünkü ne zaman vazgeçmeye kalksak Özgür Hoca’nın motivasyonuyla kendime gelirdim… Ne diyeceğimi bilemediğim, ne yazacağımı kurgulayamadığım bir yazı malesef bu. O yüzden uzatmadan diğer arkadaşlarıma veriyorum sözü.


"Gelen acı haberin yarattığı şokun ardından duygular soğumaya başlayıp mantığın ağır bastığı andan itibaren Özgür hocayı kaybımızın gerçek boyutları da ortaya çıkmaya başlıyor. Abartısız söylüyorum; Özgür Uçkan, İnternet alanında sadece Türkiye değil dünya çapında bir kayıptır. Felsefe ve sanat eğitiminin üzerine ekonomi alanında çalışan ve her biri bir ömür alacak bu uzmanlıkları İnternet gibi uçsuz-bucaksız bir alan üzerinde toplayıp tek potada eritmek, bunu yaparken de geleneksel ile yeni arasında rafine bir denge kurabilecek kadar disiplinlerarası yetkinlikte kaç kişi var ülkemizde ve dünyada? Ya da literatürü İngilizce, Fransızca ve hatta Almanca kaynaklardan tarayacak ve üstüne üstlük tüm bu alanlardaki güncel gelişmeleri 4 dilde takip edecek? Özgür hocayı belki de farklılaştıran en önemli yanı ise paylaşımcılığıydı. Bilginin paylaşımını esas alan yaşam felsefesi, İnternet ile birlikte bir yaşam biçimine dönüşmüştü ve yaptığı tüm araştırmalardan derlediği bilgi birikimini de sosyal medya üzerinden tüm meslekdaşları, öğrencileri ve takipçileriyle paylaşmayı bir öncelik haline getirmişti. Ölümünün ardından birkaç dilde bıraktığı sayısız yazı, makale, sunum, ders ve konferanslar İnternet üzerinden bu bilgileri dünyanın dört bir yanından arayıp bulacak araştırmacıları bekleyecek ve bu sayede ölümünden sonra da insanlığa hizmeti devam edecek Özgür hocanın.

Ancak tüm bu entellektüel bilginin ötesinde, geniş kitleler Özgür Uçkan'ı Türkiye'de İnternet'in özgürlüğü için ödünsüz mücadele eden öncü bir aktivist olarak hatırlayacak. Onu hiç tanımayan dünya vatandaşları bile bir gün onun ismini duyduklarında onu tanımış olmayı isteyecekler. Hatta başlamışlar da.


B. 
Dinlerdin, başka başka düşünsek dahi dinler, hak verir, kendi argümanlarını sunup güzelce izah ederdin. Hiçbir zaman o senin düşündüğün gibi değil demedin bize. Ben seninle birlikte gülebildiğim, düşünebildiğim ve yürüyebildiğim için çok mutluyum. Hayatıma dokunduğun için teşekkürler Özgür hocam... Yine görüşeceğiz.


Eğer bu hayattan sonra öteki bir dünyaya veya reenkarnasyona inanmıyorsanız bu dünyadaki varlığınıza da derin anlamlar yüklemekte zorlanıyorsunuz. O yüzden niçin dünyaya geldik sorusunun cevabını ben “sadece yeteneklerimizin sınırlarını zorlamak ve kendimizi gerçekleştirmek” olarak veriyorum. Hayatın başlangıç ve bitiş çizgisi arasında bunu dağılmadan yapabilmek için de kendimize uğruna çarpışacağımız bir savaş seçmek zorundayız. Yalnızca bir savaş.
Seçtiğimiz bu savaşta verdiğimiz mücadele, biz dünyadan yok olduktan sonra arkamızda bıraktıklarımıza yadigâr kalan tek şey. Belki her zaman dünyayı onu bulduğumuz halinden ileri taşıyamıyoruz ama birileriyle, bir şeylere karşı veya bir şeylerin uğruna verdiğimiz bu mücadelede bıraktığımız izler arkamızdan gelenlerin önünü açıyor. O kesin.
2009 güzü idi. Kısa dönem askerliğimi yaptıktan sonra Stockholm’e dönmeden önce İstanbul’a uğramış ve Özgür Uçkan’ı aramıştım. Şişli’de bir kafede buluşmuştuk. Hava İstanbul’a göre biraz serin olmasına rağmen o çok sevdiği sigarasından mahrum kalmamak için dışarda oturmayı istemişti Özgür. Öyle de yaptık. Askerde bir hayli süzülmüş ve solmuştum herhalde. Saçlarımı da yıllardır olmadığı kadar kısa kestirmek zorunda kalmıştım. Kahvelerimizi ısmarlar ısmarlamaz Özgür’ün ağzından ilk çıkan cümle ’’hiç Frank Zappa’ya benzemiyorsun’’ olmuştu. Buna bir hayli gülmüştük. İkimizin de bir yerlere yetişmesi gerekiyordu. Birer kahve içebildik yalnızca. O kısa sürede Özgür kaç sigara yaktı bilmiyorum. Ama hep güldük. Gülecek bir şeyler bulduk. Şişli’deki o kafede birilerini çekiştirdik, dedikodu yaptık.
Kendi kanımdan olanların dünyaya getirdikleri minik canları bir gün kutlayıp ikinci gün işime gücüme bakabiliyorum ama internette tanışıp ayaküzeri kahve içtiğim Özgür Uçkan’ın artık aramızda olmayışının acısı bu kadar kısa zamanda geçmiyor. Tabii ki planlanmış ve gerçekleştirilmiş bir yaşama başlangıç ile vakitsiz ölüm arasındaki o fark var. Ancak verilmiş savaşların bıraktığı izler ve değerleri de var. Asıl farkı bu seçilmiş ve çarpışılmış savaşlar yapıyor. Yaşamı değerli kılan, içini dolduran bu.
Özgür, kesinlikle savaşını seçmiş ve o savaşta açtığı cephelerin karşısında yer alan bireysel ve kurumsal güçleri rahatsız etmiş biriydi. Bence bu dünyada geçirilen zamanı anlamlandırabilmenin tek yolu bu. Özgür de bunu başarabildiği için çok şanslıydı. Gerçek bir uzun yol koşucusuydu o. Çoğumuz onun kadar başarılı, üretken ve devamlı olamayacağız seçtiğimiz savaşlarımızda. Ama bu yolda bir şansımız olacaksa, ondan öğrendiklerimizin ve bize verdiği ilhamın payı büyük olacak.
Her şey için teşekkürler Özgür.


Özgür Uçkan’a veda etmeme yazısı
Özgür Uçkan’a veda niteliğinde bir yazı yazmak zor. Her an, herhangi bir satırda saçmalamaya başlayabilirim.
Bunun yerine, benim durumumda, başka şeyler yazar gibi yapıp yazmamak mantıklı olabilir. Veda etmemiş olabilirim belki böylelikle.
EDIT: Sonradan baktım da, çok uzun olmuş bu. Affedersiniz. Tam bir TL;DR örneği… Yazıyı başlıklara bölmem belki bir işe yarayabilir. Seçme alıntılar kullanmalıyım. Başlıkların da bold olması lazım bu durumda. Başlık ya…
Bir de, özellikle buraya Twitter üzerinden gelenleri düşünerek yazımı 140 karakterle özet geçmek istiyorum:
Dr. Özgür Uçkan bildiğinden asla şaşmayan çok değerli bir aydındı. Ülkemiz için büyük bir kayıp. Çok üzgünüm. Başımız sağ olsun. #ÖzgürUçkan
Bu.
Bundan sonrasını okumayabilirsiniz. Bu bir şaka ya da temkinli bir atar değil. Kimsenin zamanını yerinde kullanabileceğimi garanti edemem.

“Sansüre neyney?”
Özgür Uçkan’la bir Sansüre Sansür toplantısında tanıştık.
O toplantı her ikimiz için de ilkti ve her ikimiz de orada tanıştığımız arkadaşların acemisi olmamıza rağmen sanki kimse kimsenin yabancısı değildi.
İnternet sayesinde…
Özgür Uçkan ve yine aynı toplantıda tanışma şansını bulduğum kadim dostu Deniz Şener, Sansüre Sansür kurucuları Deniz Tan, Ebru Baranseli ve Fırat Yıldız ile FriendFeed üzerinden yaptıkları —tabir-i caizse— “olağanüstü durum toplantısı” gibisinden bir destek çağrısı üzerine biraraya gelmiştik.
Hep birlikte bulunduğumuz online ortamlarda Sansüre Sansür adına yapılan “hareketleri” doğru bulmayan, kimilerini ancak “insan taslağı” şeklinde tasvir edebileceğim aşırılıkta bazı “profiller”, ilk çıktıklarında büyük yankı uyandıran ve devlet katında(!) hiçbir etkisi olmasa bile halkımız nezdinde ciddi sayılabilecek bir farkındalık yaratmayı başaran bu oluşumu, Sansüre Sansür’ü topa tutmaktaydılar.
Hissettikleri sosyal sorumluluk dışında hiçbir menfaat beklemeden çalıştıklarını bildiğim Sansüre Sansürcü arkadaşlar, —FriendFeed’de alenen şahit olunduğu üzre— kendilerini çoğu durumda haksız ve haddini aşan bir üslupla yermeyi vazife edinmiş bu bozgunculardan yılmış durumdaydılar.
Özgür Uçkan ismi de işte o “yardıma” koşanlar arasındaydı. Bir sosyal medya ortamında sergilenen önyargılı infaza, bariz haksızlığa itiraz edip orada bulunmakla tavrını ortaya koyanlar arasında.
Hani herkes bir “aktivistlik” tutturmuş giderken…

“Alçaklık konusunda onlar olsa olsa hevesliydiler; ama Abuzer Reis bu iş için para alıyordu.”
Yukarıdaki “vazife edinmiş” tabirini laf olsun diye kullanmadım. Vardı öyle vazifeliler… Hâlâ var aynı tayfa ve onlara hasbelkader bulundukları nurlu noktadan vazife saçanlar… Varsın olsunlar. Vazife vazifedir. Durduk yere sana bir vazife biçen olmasa bile vazife verebilecek ehemmiyette insanların vazifelisi olmak, vazifesidir bir yerde herkesin.
Saçmalamak derken bunu kastediyordum. Başka bir beklenti yarattıysam özür dilerim.
Bizler, yani aynı çağrıya uyan onlarca, —hafızam beni yanıltmıyorsa 40–50 kişi kadar bir “LikeMind” nüfusu—, Sansüre Sansür’e arka çıkan sınırlı sorumlu gönüllüler olarak duyurulan zamanda, duyurulan yerde buluştuk.
O gün, toplantıdan ziyade bir tanışma partisi havasında geçmişti ve halen öyle zannediyorum ki orada bulunanlardan her biri, kendilerine tanıdıklarıyla görüşme fırsatı yaratmak istedikleri kadar, online ortamda yazışarak tanıştıkları, benzer görüşleri paylaştıkları kişilerle bir ilk temas kurma, yüz yüze görüşme arzusu duyarak katılmışlardı toplantıya ve beklenen gerçekleşti. Oradaki herkesin oluruyla hazırlanmış bir deklarasyona imza atmış olduk hep birlikte.
Özgür Uçkan dışında yine o toplantıda tanıştığım ve sonrasında dostluğumuzu sürdürmekten keyif aldığım bir çembere dahil olmuştum. İnternet üzerinde bir biçimde var olmayı günlük hayatta var olmaktan farksız gören, sosyal medyada aktif, neredeyse her konuda fikir alışverişinde bulunabildiğin türden arkadaşlıklardı bunlar ve aralarında ortak ilgi alanlarınla ilgili paylaşımlarda bulunabildiğin insanlar da vardı. Hepsi birbirinden değerli arkadaşlar edinmiştim.
Bunları niye anlatıyorum…

“İnternet değil, çevresi kötü”
Aynı çevre daha sonrasında özellikle internette devlet sansürüne karşı duran, bu konudaki gelişmeleri(!) dikkatle izleyen, izlemekle yetinmeyip karşı koymak için sesi ne kadarına yetiyorsa o kadarıyla ses çıkaran, günlük hayatta çoğu birbirinden habersiz ama ortak kaygıları paylaşmaları nedeniyle gittikçe genişleyen bir kitle haline dönüştü.
İnternet sayesinde…
Toplumun genelgeçer ve gayet-resmi algılarından yaka silkmiş herkes, gönüllü, dağıtık yapılı bir örgütlenmeyle normal hayatta savunmaya zaten can attığı ama sesinin çıkmayacağı kabulüyle karşısında sinikleştiği bazı değerlerin, temelde sansür gibi, insan hakları gibi, en geniş anlamıyla “özgürlük” gibi tüm zamanların ayıplarına karşı tavır koymaya soyundu.
Aynı sıralarda Sansüre Sansür oluşumunun çekirdek kadrosuna davet edildim. Bu çok heyecanlıydı! Özgür Uçkan vardı ve diğer arkadaşlar… Sahne arkasında şimdi detaylarını bile hatırlamadığım, belki de ertelemekten el bile sürmemiş olabileceğim birtakım mütevazı işler üstlendim, gündem ve ortak konularımızla ilgili görüş alışverişlerinde bulundum. Sansüre Sansür güzel bir şeydi.

İleriye sarmam lazım…
Günlerden bir gün Özgür Uçkan bir kavram attı internetlere… Bu yeni bir kavram değildi ama herkes bilse bile birileri eyleme dönüştürme inisiyatifini üstlenmezden evvel hayatımızda olmamaları anlamında kıymet-i harbiyesi bulunmayan pek çok kavramdan birine daha işlevsellik kazandırması bakımından önemliydi:
Netdaşlık…
Netdaş ve Sansüre Sansür, Korsan Parti tartışmalarının, Korsan Parti meclis yoklamalarına giren daha kalabalık topluluğun bir parçası haline geldi doğal olarak ve üyesi bulunan tüm bireyler.
Daha sonra sansüre karşı diğer sivil toplum örgütleri, bilişim odaklı yapılar, bizler gibi gayet sivil diğer oluşumlar ve bağımsız gönüllülerle bir araya gelerek internet sansürüne karşı örgütlenmiş iki büyük gösteri yürüyüşünün karar alıcı bileşeni oldular.
İkinci yürüyüş Taksim’den başlayıp Tünel’de bitmişti ancak yürüyüşe omuz veren kalabalık, Tünel’de biten yürüyüşün Taksim’de başlamaya devam eden ucuydu aynı zamanda. İstiklâl Caddesi tamamen dolmuştu.
Bu iki büyük gösteri yürüyüşü “Yüce Türk Milletine” hiçbir şey göstermemiş olsa bile bugün havuz medyası denen medyanın, —o gün ne medyasıydılar bilmiyorum—, iktidara karşı muhalefet gösterilerine ne kadar penguen belgeseli kaldığını göstermişti.

Pardon Hocam…
Tüm bunlar olurken “önce bir ne olacağını görelim ki karizmayı çizdirmeyelim” havasından geri durmayıp sansür yürüyüşlerine dahi ortasından kaynak yapanlar, belli ki Özgür Uçkan’ı ve aynı işe zaman ve emek vermiş ünlü başka isimleri, isim vermeden (ben de vermiyorum, bakınız), “Sansürsüz İnternet” ve “İnternetime Dokunma” yürüyüşlerinin ön saflarında yer almakla suçladılar(!). Salt orada görünmüş olmak için, sahne yapmak için orada bulunmakla…
Sansüre Sansür’ü ve üyelerinden hiçbirini bağlamayan şahsi fikrim odur ki, Türkiye’de “Korsan Parti” fikrinin işlememesinin önündeki en önemli engel bu zihniyetti — Partiler Kanunu falan değil. Oraların buraların ve tüm internetlerin sahibi olmak gibi bir komiklik… ama Türkiye gibi ülkelerde manevra alanı bulabiliyor bu kendisine. Bkz. yukarıdaki “vazifeliler” saçmalamam…
Gezi eylemlerini katılan kişi, örgüt, kolektif, parti, vs. birilerinin tek başına sahiplendiğini düşünün…
O.
Gezi ertesinden bakınca… daha komik.

“Bileceksin, yaşayacaksın, oynayacaksın, tedavi edeceksin, görevini yapacaksın ve özgür olacaksın.”
Özgür Uçkan’ın Netdaş kavramı haricinde hiç de sanal falan olmayan, gayet gerçek yaşamında yansıttığı sıradışı aktiviteleriyle… Aktivite sözcüğü kifayetsiz; aktivistlik de ne ki! “Hiperaktivitesiyle” mevcutlu bulunduğu topluluklar yararına cömertçe harcadığı değerli zamanıyla oluşturduğu işlerden sadece birini, “Friendfeed Lûgatı”nı hatırlatmak istiyorum.
Kendi açtığı başlıklar altına eklediği, biraraya getirilse ders kitabı olabilecek nitelikte bilgilerle döşeli satırlar…

“Aklı karışmış birinin betimlemesi ile akıl karıştıran bir betimleme aynı şey değildir.”
Bir bilgi küpüydü ve uzun uzun, dörtnala yazardı. Yazdıklarından bazılarını anlayamazdınız. Çözmeniz lazımdı… Anlamak için daha önce aynı referanslardan, aynı kaynaklardan, aynı sözcük dağarcığından beslenmiş olmanız ya da merakınızla aranızda seviyeli bir samimiyet varsa, araştırmak, başka bir şeyleri açıp derinlemesine okumak ve yeniden dönmek yazdıklarına… Kaçınılmazdı.
Eh, Hocalık da böyle bir şey değil midir zaten?
Bir çalışmamızda kullandığım ses kaydındaki sözcükleri metne dönüştürürken, —kayıtlarımdan şimdi saydım ve hiç abartmadan net söylüyorum—, benim için toplam 18 yeni isim, kavram ve anahtar kelime edinmişliğim olmuştur.
Hafızamda ve arşivimde önemli bir yeri var Özgür Hocanın. Akademisyenliğiyle ve akademisyenliğinden daha çok insanlık halleriyle.
İnternet vatandaşlığı, mahremiyet, telif hakları, sonra sonra edebiyat, sanat, sanat felsefesi, felsefe tarihi gibi konularda çok şey öğrendim kendisinden; öğrencisi olmamama rağmen (öğrencisi olma şansını yakalayanların bunu gururla dile getirmeleri boşuna değil).

“You measure a democracy by the freedom it gives its dissidents, not the freedom it gives its assimilated conformists.”
Önemli saydığım başka bir gözlem: Özgür Hoca, evet, saçma ama tırnak içinde “Türkiye İnterneti” diye de bir olgu varsa, bu olguya ismine yakışır ölçekte damgasını vurmuş iki elin parmaklarını geçmeyecek sayıda insandan biriydi ama orada bulunduğu yer ayrıdır, kelimenin tam anlamıyla. Bir paradoksun içinde kaybolmak istemediğimden isminin başka bazı isimlerle aynı düzlemlerde anılmasını doğru bulmuyorum diyeyim sadece. Bunun aksini iddia etmek önemli bir yanılgıyı ortaya koyuyor.
Şu kadarını ekleyebilirim, Özgür Uçkan, vasıfları üzerinden hayat kalitesini yükseltmek uğruna kimlerden nasıl nemalanılabileceğini de gayet iyi bilen, ancak kendisi hakkındaki yorumlarda vurgulandığı üzre “dikbaşlılığıyla”, —şahsen ben “fikir ve eyleme özgürlüğünden taviz vermemek söz konusu olduğunda kimseye eyvallahı olmaması nedeniyle” demeyi tercih ederim— bu gibi hevesler ve bu hevesleri besleyen şarlatanlarla arasına mesafe koyabilen biriydi.
Özgür Hoca… “kendine özgü bir insandı” demek istiyorum bir de ama bu ifade bana mülayim, naif insanları çağrıştırır daha çok. Eski türkçesi daha iyi sanki. “Nev-i şahsına münhasır” tabirinin sözlük karşılığıydı tam olarak.

“Eğiticinin kim olduğu, öğrettiği bilgiye dahildir.”
Özgür Uçkan her şey dahil bir insandı.
Pozitif bir insandı, evet… Kimilerinin negatiflik şeklinde alma yanılgısına düştükleri çıkışları bile yine ondan dinleyip kavramaya çalıştığım, hem suçlu hem muktedirin…
(bu “hem suçlu hem aptal” ya da “hem suçlu hem bilgisiz” şeklinde de okunabilir — “hem suçlu hem güçlü” sözü sıkıntılı. “Muktedir” kelimesininse “bir şeyi yapmaya gücü yeten” gibi bir anlamı var sadece ve bu güçlü demek olmuyor. Maksatlı kullanmadım ama Sevan Nişanyan son yazılarından birinde işaret etmişti aynı hususa)
…haksızlığına uğramış haklının hakkını aramasına, bir tür olumlu amaca yönelik öfkenin, “yapıcı yıkıcılığın” bir tezahürüydü. Bunu çekinerek yazıyorum yine de. Tanımayanlar bilmezler, Özgür Hoca’nın aksi biri gibi hatırlanmayı isteyeceğini hiç sanmıyorum ki hiç de öyle biri değildi. Davudi sesi engel olmasaydı pamuk gibi adam bile diyebilirdim hatta.

“Information is cheap, meaning is expensive.”
Özgür Uçkan iyi biriydi.
Özgür Uçkan, tuttuğu birinin kendi şahit olduğu bir meselenin ardından öfkelendiğini duyumsadığında sırf gönlünü almak için telefonla arayıp hâl hatır sorabilen biriydi. Ya da online faaliyetine ara vermediği halde aylarca kimseyi arayıp sormayabilen, dehşetli çalışma temposunu bilenlere kendisini merak etmeme konforunu yaşatan biri…
Bu çok yakın dostları ve aile dostları için olmasa da, benim gibi dış kapının mandalı pozisyonundaki dostları için tehlikeli bir konfordu aynı zamanda. Nereden bilecektiniz iki yıldır amansız bir hastalıkla boğuştuğunu, o söylemese… Hele hele bilenler bu konuda tembihliyse…
Geri dönülmez noktaya girdiğinde öğrendim ben de ve buna, —geç öğrenmeme değil elbette, Hocanın içinde bulunduğu duruma— çok üzüldüm; kendimi kötü habere alıştırmaya çalıştım. Çalışmaya devam ediyorum halen.
Özgür Uçkan’a veda niteliğinde bir yazı yazmak zor hakikaten.
İçimden de gelmiyor doğrusu şu anda veda etmek.
Bir gün, belki…